Ahmet Salih Erdem'in başkanlığında Trabzonspor, 1973-1974 sezonunda 1. Lig'e çıktı. O günden sonra Anadolu efsanesi olarak haksızlıklara karşı koyan - abi rolüne bürünen Trabzonspor - Türkiye'nin her ilinden kendisine taraftar topladı. 

Trabzonspor'un 1976-1980 arasındaki peş peşe şampiyonluklarının mimarı Kırşehirli Şamil Ekinci, “Trabzonspor ona hayat verenlerin hayatıdır” sözleriyle tarihe unutulmayacak bir bakış açısı sunacaktı.

Trabzonspor’a hayat veren isimlerden biri de, 1936 yılında Trabzon’da doğan Ahmet Celal Ataman... Nüfustaki ismiyle Ahmet Ataman, sinirli asabiyesi yüzünden lise yıllarından itibaren Celal ismini alacaktır. O günden sonra kimilerinin Ataman amcası, kimilerinin Celal - kimilerinin ise Ahmet amcası olmuştur. Ahmet Ataman, 1980-1981 yıllarında Trabzonspor başkanlığı yapmıştı ve 1980 askeri cunta döneminde Trabzonspor beşinci şampiyonluğunu kazandı.

Cumalı Yardım, Ahmet Celal Ataman'ın hayatını "Gönül Adamı: Ahmet Celal Ataman" nehir söyleşi ile kitaplaştırdı.

Cumali Yardım

Gazeteduvar'dan Fatih Saygın, Trabzonspor'un fırtınalar kopardığı o yıllardan hayatta kalan bir isim olan Ahmet Celal Ataman ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Trabzon Lisesi’nden Trabzonspor başkanlığına kadar uzanan gençlik yıllarınız nasıl geçti?

1936 yılında Trabzon’da, Trabzon Lisesi’nin içinde bulunduğu mahallede doğdum. O yıllarda çok farklı bir Trabzon ve farklı bir mahalle anlayışı vardı. Bol arsalar vardı, evlerimizin hepsi bahçe içindeydi, çoğu 2 katlı binalardı. Bahçelerimizde meyve ağaçları vardı. Top oynardık sabahtan akşama kadar. Konforumuz azdı, olanaklar şimdiki gibi değildi, evet muz yemiyorduk veyahut bilgisayar, telefon yoktu ama zaman ve mekan bolluğu vardı. Onun için Trabzon mahallerinden hepsinden bizim mahallede daha yoğun olmak üzere futbolcu fışkırmıştı.

Zaman içerisinde büyüdük. 1954 yılında İstanbul’a eczacılık okumaya gittim. 1880 kişinin müracaat ettiği fakülte için seçilen 60 kişi arasına girdim. Bu başarıda Trabzon Lisesi’nde okumanın payı büyüktü. Trabzon Lisesi benim hayatımda en önemsediğim iki faktörden biridir. Diğeri de Trabzon’un mahalle kültürü içerisinde büyümek. Trabzon Lisesi, Türkiye’de çok saygı duyulan bir liseydi. Yatılı kısmında farklı illerden gelen öğrenciler de vardı, bir bölge okulu gibiydi.

Harikalar harikası öğretmenlerimiz vardı. Erkek öğretmenlerimizin hepsi takım elbiseli, kadın öğretmenlerimiz tayyör etek giyinirlerdi. Başımız üç numara traşlıydı, kokartlı şapkamız vardı ve biz de ceket pantolon giyerdik. Şimdi bana çok tuhaf geliyor; her öğrencinin mektepte kıyafeti farklı. Zenginler fakirler hemen ayırt ediliyor. Bu ezikliğe yüreğim sızlayarak bakıyorum.

Öğrencilik döneminden sonra Trabzon’a döndüm ama bundan hoşnut değildim. İstanbul sevdası vardı bende. Aklım hep İstanbul’da olduğu için Trabzon merkezinde eczane açmadım. Açarsam bir daha ayrılamam diye düşündüm. Onun için Trabzon’un en uzak kasabalarından Of’ta 1965’te eczane açtım. Aklımda 5 sene orayı işletip İstanbul’a gitmek vardı. Ama bir gözümü açtım ki sene olmuş 1995. 30 yıl geçti ama bundan çok memnun oldum. İyi ki Of’ta eczane açmışım ve oradakilerle kaynaşmışım. Benim dönemimden yaşayan çok az sayıda dostum kaldı ama torunlarım bile oraya gittiğinde çok ilgi görüyor. Ben de onları her gördüğüm yerde sevgiyle karşılarım. Çok kaynaştık, klasik tabirle birbirimize eğri odun taşımadık.

Trabzon’un uzun bir dönemine de tanıklık eden bir isimsiniz. Gençliğinize göre kentte neler değişti?

Gençlik yıllarımda çok farklı bir Trabzon ve farklı bir mahalle anlayışı vardı. Bir mahalle kültürü anlayışı vardı. Şimdilerde olduğu gibi gemisini kurtaran kaptan misali herkes bizatihi kendisiyle meşgul olmuyordu. Herkes birbirinin neşesine, kederine, hüznüne ortak oluyordu. Birinin bir acısı olduğu zaman mahalleli günlerce o eve yemek taşıyordu. Bir düğün dernek olacağı zaman herkes yardıma koşuyordu. Dert ortaklığı vardı, şevk ortaklığı vardı.

O zamanlar mahallelerde akil insanlar yaşardı. Bunlara 'ihtiyar heyeti' de denirdi. Bir konu olduğu zaman onların söyledikleri kanun mertebesinde kabul edilirdi. Hep hakkaniyetle davrandıkları için süzülüp o mertebeye geliyordular. Doğduğum mahallede 1945’li yıllarda evler istimlak edilmişti. İstimlak döneminde bizim mahallemizde o dönem zenginler de vardı, orta tabaka daha yaygındı, birkaç da fukara vardı. Ancak fukaraların fakirlikleri sadece giydikleri elbiselerin solgunluğundan anlaşılırdı. Ama hiçbir zaman yırtık, sökük göremezdiniz. Hiç kimse de o fakir insanları hakir görmezdi.

İstimlaktan o dönemin parasına göre, bazı evler 12 bin lira, bazı evler 8 bin lira, bazıları bin lira aldı. Ancak o akil adamlar dediğimiz ihtiyar heyeti, 12 bin lira, 10 bin lira, 8 bin lira alan herkesten belli oranda para kesip az alanlara istimlak bedeliymiş gibi habersiz verdi. Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek sözünün yaşama geçmiş bir örneğidir. O insanlar bu parayı istimlak parası sanıyordu. Böyle bir ortamda büyüdük.

Şimdi herkes kendi gemisini nasıl bu fırtınada limana sokarım derdinde. Mücadele artık ana rahminde başlıyor. Çocuklar daha ilkokula başlamadan bir yarışın içine giriyor. Çocuklarla birlikte aileler de yarışıyor. Konforla birlikte sıkıntılar artıyor. Bize konfor gelen şeyler şimdi ihtiyaç maddesi haline geldi. Ben üniversiteye gittiğim zaman 5-10 evde buzdolabı vardı. Şimdi en dar gelirlide bile ihtiyaç eşyası haline geldiği için buzdolabı, çamaşır makinesi vesaire bulunuyor. Bunları alabilmek için de enflasyonun sürekli milleti perişan ettiği bir sistemde insanlar bin türlü sıkıntıya giriyor. Bu insanların karakter yapılarında bile ağır tahribatlar yapıyor.

Eskiyi hatırlamak iyi bir şeydir ama orada sürekli kalamazsınız zaten. Eski yaşanmışlıklar size itici bir güç verir, kişiliğinizi oluşturmada çok önemlidir. Yoksa ben demiyorum ki aynı mahalleler, aynı toplumlar sürgit devam etsin. Bu mümkün değil. Ama onları da hatırlayarak aktararak yaşamak, her şeyin maddiyat olmadığını, eğlence olmadığını benimsemek lazım.

Şehir nasıl değişti bu dönemde?

Kent kültürüyle birlikte Trabzon’un şehir yapısı da bütünüyle kaybolmuş. Özelde bakıyorum, anılarımın hepsi yerle yeksan olmuş. Öyle yerler var ki geçmek istemiyorum oralardan. Çünkü gençliğimin, çocukluğumun güzel anılarıyla dolu yerlerde hiçbir şey kalmamış, taş yığını haline gelmiş. Özellikle 1950’lerden sonra köylerin, kasabaların kentlere yığılmasıyla birlikte bir demografik yapı değişikliği oldu. Gelenler kendi kültürüyle geldiler. Bunlar yeşilden bezmiş insanlardı, onun için şehri bir fetiş halinde beton yığını haline getirdiler. Bu hala sürüyor.

Koca bir Trabzon şehri ki, deniz kenarında güzel bir kent. Şimdi denize sırtını dönmüş, denizle irtibatı kalmamış. Bizim çocukluğumuzda Uzunkum’dan Akçaabat’a kadar uzanan o güzelim sahil şeridi simsiyah kumla kaplıydı ve oralarda yüzerdik. Şimdi neredeyse o muazzam kumsal görülmüyor.

Sporun içinden gelen bir isim olarak başkanlık süreciniz nasıl gerçekleşti?

Benim gençlik çağımda spor yapmayan, topun peşinde koşmayan yoktu. Ben de lisede hentbol, voleybol, futbol oynadım. İdmanocağı’nın lisanslı sporcusuydum. O dönem bütün branşlarda lisans çıkarılıyordu. Ancak o dönem İdmanocağı gibi büyük bir kulüpte tek ayaklı birisinin futbol takımında yer alması zordu. Ben solaktım, sağ ayağım kütük gibiydi. Üstelik Ahmet Suat Özyazıcı, Kara Necati, Akrep Celal, Bereli İhsan, Kör Cemil, Palak Osman gibi isimlerin yanında benim top koşturabilmem mümkün değildi. Mahallede oynardım çünkü tenis topum olduğu için topumun hatırına beni alırlardı. Ama hentbolda çok iyiydim. Trabzon Lisesi’nin umumi kaptanıydım ve oyuncuları ben seçerdim. 

1972-1973 sezonunda Ankara’da PTT kulübü ile talihsiz bir maçımız oldu. Berabere kalsak 1. Lig'e çıkacaktık ancak mağlup olduk. Bir yönetim değişikliği yapmak istediler, benle de görüştüler. 1973-74 sezonunda yöneticiliğe başladım. Seçilen heyet daha sonra yeniden kongreye gitti. Yakın zamanda kaybettiğimiz Salih Erdem başkan seçildi. O yıl kırmızı grup şampiyonu olarak 1. Lig'e çıktık. 1974-75 sezonunda bazı nedenlerle yönetimden ayrıldım. Daha sonra tekrar görevler aldım. Şampiyonluk yıllarının çoğunda görevdeydim. 1980 yılına gelindiğinde bir yönetim boşluğu oldu. Şamil Ekinci ve arkadaşları görev kabul etmediler. Bu defa yine sevip saydığımız insanlar devreye girdiler. O dönem Divan Kurulu tüzük gereği böyle boşluklarda 1 ay içinde Genel Kurul’a gitmek kaydıyla başkan görevlendiriyordu. Beni ikna ettiler ve geçici kurul oluşturdum. 1 ay sonra Olağan Genel Kurul’da da seçildik.

Siz görevdeyken darbe oldu. Bu süreci nasıl tanılarsınız?

Temmuz ayında yeniden göreve başladık, eylül ayında da darbe oldu. Başta çok sıkıntılar çekildi. Ekonomik açıdan sıkıntılı bir dönemdi. Şartlar şimdiki gibi değildi. Saha gelirlerimiz çok azdı. Çoğu kez gelirimizden daha fazla ceza ödüyorduk. Benim dönemimden önce İstanbul’da senede 1-2 kez yardım kampanyası ve gecesi yapılıyordu. Trabzonlu zenginlerden ekonomik yardım alınıyordu. İstanbul’da bu işe İbrahim Cevahir önderlik ediyordu. İbrahim Cevahir’e bir yardım gecesinin yapılması için birkaç kez ısrar ettim. Askeri darbe döneminde bunun mümkün olmadığını söyledi.

Ancak her şeye rağmen takım olarak iyi gittik. 2 puanlı sistemde 5 puan farkla şampiyon olduk, o mutluluğu yaşadık. Şampiyonluktan sonra 1981-1982 yılının transferlerini yaptık. Ancak bazı nedenlerden dolayı Genel Kurul’a gittim ve yeniden aday olmadım. Tek listeyle girilen Genel Kurul'da Mustafa Günaydın ve yönetim kurulu listesi seçildi.

1976’dan 84’e kadar gelen 6 şampiyonluk, tekrarı zor bir başarı. Bunun sırrı neydi?

Futbolun Anadolu’da ilk İzmir ve İstanbul’da oynandığı kabul ediliyor ama Trabzon şehri zaten 1900’ün başlarından beri futbolun oynandığı bir yerdi. Hele 1923’lerde kulüp düzeyinde futbol takımları oluştu. Burada o yıllarda çok önemli futbolcular yetişerek İstanbul’a gitti. Daha sonraki dönemlerde liseden ve diğer takımlardan İstanbul’un Süleymaniye takımına giden futbolcular az kalsın şampiyon yapıyorlardı o takımı. Trabzonspor oluşmadan da Trabzon bir futbolcu tarlasıydı.

Futbolcu zenginliği uzun yıllar sonra Trabzonspor çatısında birleşti. Başta sıkıntılar çektik ama 1973-74 sezonunda başlattığımız öze dönüş ve kendi kaynaklarımızı kullanma yoluna gitmemizle güzel bir takım oluştu. Oyuncular mahalleden arkadaştı, okuldan arkadaştı, birbirinin hatasını örtebilmek için cansiperane oynuyorlardı. O takım peş peşe şampiyonlukları getirdi. Ancak o zamanın yönetimi de çok önemliydi. Salih Erdem, Şamil Ekinci ve etrafındaki isimler çok önemli insanlardı. 4 şampiyonluk Şamil Ekinci ile yaşandı. Yıldızı taktığımız 5’inci şampiyonluk da bana nasip oldu. 2 yıl sonra 1984’te yaşadığımızı şampiyonluğun ardından uzun bir bocalama dönemi yaşadık.

Sizin dönemizdeki yıllarda başkanların büyük bölümü birlikte görev yapmış isimlerdi. Bir usta-çırak ilişkisi vardı. Şimdi ise deneyimsiz isimlerin bir anda kulüp başkanı olduğunu görüyoruz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Bizim zamanımızda kulüp, yardım kampanyaları dışında kendi yağıyla kavruluyordu. Başkan ve başkanın etrafındaki 3-4 finansör, kulübü finanse ederlerdi. Reklamdan da çok para gelmiyordu. Daha sonra şartlar değişti. Kulüpler paralı başkan aramaya başladı. Şehir de doğrusu odur zannederek işin kolayını tercih etti. Ve gitgide bu tür yönetim anlayışı bir hastalık halinde kulübün her yanını sardı. Bunu hiç doğru bulmam.

Bir şehrin kulübü o şehir tarafından finanse edilmelidir. Yönetimi de şehirde yaşayanlardan olmalıdır.  Sonra bu tarz değişince, toplum paralı başkanlar aramaya yüz tutunca, başkanlar istediği ile yönetim ve ekip oluşturmaya başladı. Öyle zamanlar oldu ki, 39 kişiyle yönetim kurulu oluşturuldu. O kadar kalabalıkta kimsenin fikri alınmaz, bir kakafonidir. Eğer başkanın ekonomik gücü hakim unsur ise o yüzden sessizlik olur.

Bir kulüp başkanının illa ki sporun içerisinden gelmesi de gerekmez. Öyle olsa dünyanın en mahir futbolcuları kulüp başkanı olur. Çok az futbolcu kulüp başkanı olmuştur. Yöneticilik ayrı bir iştir. Yönetici eğer kendi kişiliğine güveniyorsa güçlü insanlarla çalışmayı tercih eder. Ancak güçlü isimlerle değil, kendisine ses çıkaramayacak isimlerle çalışırsa bugün hep şikayetçi olduğumuz liyakat sorunu doğar. Zaten her kulüpte başkan için önemli unsur iyi bir ekip oluşturmak ve kulübü iyi temsil etmektir. Bunun için benden önceki dönem ve benim dönemimde hep işi bilen insanlarla çalıştık. Bu isimlerin çoğu kulüp başkanlığı yapacak yetenekteydi. Öyle donanımları vardı. Nitekim birkaçı da yaptı.

Şamil Ekinci buralı değildi ama daha sonraları hepimizden daha Trabzonlu oldu. Herkes de onu öyle bildi. Hak ederek bu itibarı kazandı. Gençti, etrafında öyle insanlar toplandı ki her biri ayrı ayrı kulübü yönetip ileriye taşıyacak yetenekteydi. Bu önemli olgu, Şamil Ekinci’nin büyük şansıdır. Daha sonra ekonomik öncelikler devreye girince bu defa temsiliyete de pek bakmadan insanlar maddi güce bakarak tercih yaptılar. Çünkü taşın altına elinizi sokmadıkça birisi gelip sahipleniyor.

Dışişleri Bakanı Fidan, Lazkiye'deki saldırılar hakkında konuştu Dışişleri Bakanı Fidan, Lazkiye'deki saldırılar hakkında konuştu
'ŞAMPİYONLUĞA YORGUN YÜREĞİM MÜTHİŞ HEYECANLANDI'

Trabzon 38 yıl sonra şampiyonluk sevincini 2 yıl önce yaşadı. O mutluluğa siz de tanıklık ettiniz. Neler hissettiniz?

O kadar ilerlemiş yaşıma rastladı ki kalkıp sokaklarda horon oynamadım ama yorgun yüreğim müthiş heyecanlandı. Belki herkesten fazla mutlu oldum. O mutluluğu çok önemsedim. Hem şampiyonluğu yaşadık hem de dünyada örnek alınan bir kutlama yaptık. Bu yaşta bundan büyük mutluluk olmazdı. Önceki şampiyonluklar mazimizin zenginlikleriydi. Bu ise arkasından hançerlenen bir insanın tedaviden sonra ayağa kalkmasının coşkusuydu.

Trabzon’da edebiyatla da iç içe bir isim olarak tanınıyorsunuz. Yaşar Kemal’le olan dostluğunuz nereden geliyor?

Sanatla iç içe değilim. Sanatla iç içe olan dostlarım var, ben de onların yanında izleyici olarak takip ediyorum. Bir sanat dalında özel bir yeteneğim yok. Yaşar Kemal’le tanışmışlığım vardır, dostluğum vardır, beraber rakı içmişliğim vardır. Çok severim rahmetliyi. Işıklar içinde uyusun. Bir sohbetimizde içki masasındaydık. 1950’li senelerin başında İnce Mehmed’in iki cilti çıkmıştı. İlk ciltin birinci sayfasındaki “Duvarın dibinde resmim aldılar, ak kağıt üstünde tanıyın beni”,  sayfayı çevirdiğinizde “1930-33 senelerinde Toroslar’da 30’dan fazla eşkıya dolanırdı. Hikayesini edeceğimiz İnce Mehmed bunlardan biriydi…” diye giderdi. Bunu ezberden okuduğum zaman Yaşar abi çok şaşırdı. Bana “Gönüldeşim” derdi. “Ya Gönüldeşim benim aklımda kalmamış, o senin aklında nasıl kaldı” dedi. Ben de “Sen yazdın ben okudum, artık benim oldu” demiştim. İstanbul’da bir arkadaşım vasıtasıyla tanışmıştık. Rahmetliyi çok severdim. Dostluğumuz hep devam etti.