Millidusunce.com sitesinde yayınlanan “Yurdunu kaybeden adam Cengiz Dağcı” başlıklı yazısında Özgehan Özkan, Tarihin, Türk’ün var olma savaşıyla, bağımsızlık mücadelesiyle yazıldı. Toprağın, Türk’ün özlemiyle yoğruldu. Nasıl ki su toprağın bereketiyse, özlem ve acı da insan gönlünün bereketidir. Bu yüzden olsa gerek ki dış Türklerin topraklarından Gaspıralı İsmail Bey gibi, Yusuf Akçura gibi, Cengiz Aytmatov gibi, Cengiz Dağcı gibi kalemi güçlü, gönlü bereketli kişiler çıktı. Öz yurdunda zulüm gören, canından değerli toprağından sürgün edilen, dili, milli kimliği yok edilmek istenen dış Türkler, Türklük bilinci ve sevgisiyle davalarına adandılar. Toprakları işgal edilse de, dilleri alfabeleri yok edilmeye çalışılsa da, damarlarında akan Türk adı yasaklansa da gönülleri fethedilemedi. Her nabız atışları Türk dedi, yürekleri Türk diye vurdu. Yeri geldi cephede, yeri geldi fikir sahasında, yeri geldi romanlarında, şiirlerinde Türklük hep var oldu, yaşatıldı, nesimden nesile aktarılarak geleceğe, oradan da sonsuzluğa taşındı. Cengiz Dağcı, bu savaşı hem cephelerde, hem romanlarda, hem de şiirlerinde veren ve Türklük bilincini, sığınılacak tek kalenin, tutunulacak tek dalın Türklük olduğu gerçeğini sonsuzluğa yazan kalemlerden biridir.” Dedi.

Yazısının devamında Özkan şunları belirtti:

Kırım Türklerinden Cengiz Dağcı 105 yıl önce bugün, 9 Mart 1919 tarihinde Kırım’ın Karadeniz kıyısındaki Gurzuf kasabasında dünyaya geldi. Türklerin kutlu yılı 1919, biz Türkiye Türklerinin kurtuluş mücadelesini başlatırken; Dağcı’nın da Türk olmanın, Türk kalmanın savaşına adım attığı yıl oldu.

10 yaşına kadar mutlu bir çocukluk geçiren Dağcı, 1929’da Stalin’in başlattığı köylerde kolhozlaştırma (Rus Devleti’nin, toprak sahibi halkın elindeki toprağa, toprağı işlemek için gerekli olan araçlara, hayvanlara zorla el koyması) politikası ile Rus zulmü ile tanıştı. Türk için tarih boyunca toprak demek var olmak demekti. Toprak demek onur demekti, Türklük demekti. Hun Hükümdarı Mete’nin kendisinden toprak isteyen düşmana “Her şeyi veririm ama toprağımı vermem” demesi, Uygur Türklerinin göç destanında en değersiz görülen bir kaya parçasının bile ele verilmesi halinde büyük felaketler ve acıların, belaların gelmesi gibi tarihi, edebi bilgilerle yetişen bir Türk için toprağına göz konulması artık ölüm kalım mücadelesinin de başlaması anlamına geliyordu. Genetik hafızamıza kodlanan bu bilgi bir başka Türk Başbuğunun, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz” sözleri ile de hayat bulmuştu. Türk, toprağı için yani Yurdu için sonuna kadar mücadele eder ve kazanır. Kazanamadıysa ölür. Ama toprağını vermez. Toprağını bırakmaz, toprağını satmaz. Toprağından vazgeçmez. Geçti ise Türklüğünden de vazgeçmiş bir soysuz olmuş demektir.

Komünizm

Komünizmin huzur, refah, eşitlik getireceği gibi pembe masallarla uyuyanlar Türkiye dışındaki soydaşlarının çektiği acılara bir baksalar, yüzlerine vuran karanlığı görecek ve uyanacaklardır ama tarih ile, bilgi ile, hele ki Türklük ile bağı kalmamış kimi gençlerin akıl almaz bin biçimde Stalin’i, onun yarattığı zulüm düzenini öven ve savunan sözlerini duymak, kim bilir o bağımsızlık destanlarını yazan, bu uğurda sürgün yiyen adlı-adsız kahramanların kemiklerini nasıl sızlatıyordur.

Stalin’in kolhozlaştırma politikası bütün şiddetiyle uygulanmaya başlamıştı. Direnenler silah zoruyla en kötü koşullarda sürgüne yollandı. Dağcı on yaşındayken bu sürgünlere tanıklık etti. Küçük bir çocuğun benliğinde yurdundan sökülen, “Yurdunu Kaybeden” soydaşlarının haykırışları onulmaz izler bıraktı. Dağcı bu sürgünü anılarında şöyle anlatıyor:

“1929 yılının sonlarına doğru ilk sürgüne tanık olduk. Gurzuf’tan ve Kızıltaş’tan tahliye edilenlerin sayıları ne kadardı bilmiyorum (…). Akrabalarımız da vardı aralarında. Yalta otoyolunun kenarında yumruklarıyla kendilerini döven analar, ağlaşan kızlar ve çocuklar kalıyorlardı Kızıltaş’tan uzaklaşan kamyonların ardında. Nereye götürüyorlardı kocalarını? Niçin götürüyorlardı babalarını? Kimse bilmiyordu niçinini, nedenini (…). Kızıltaş’ın yüzyıllarca değişmeyen hayatı değişiyordu günden güne. Ata mirası topraklarından koparılıp götürülen Kızıltaşlıların ruhları ve hayaletleri kalıyordu boşaltılmış evlerin içerisinde”.

Gidenlerin acısı

Dağcı, hem gidenlerin acısını, hem de kalanların yıkımını gözleriyle gördü yaşadı. Toprağın bereketi su, insan zihninin bereketi bu acılar, özlemler, yıkımlardı. Dağcı’yı Dağcı yapan da bu yaşadıkları, tanık olduklarıydı. Sürgünü de gördü, savaşı da yaşadı, yurdunu, toprağını da kaybetti. Türk olmanın, Vatanın değerini bilsinler, anlasınlar ve ne pahasına olursa olsun bunun için savaşsınlar, bir an bile unutmasınlar diye de gelecek nesillere romanlarını, anılarını şiirlerini bıraktı.

Kızıltaş 1932 yılına kadar tamamen kolhozlaştırıldı. Türk, kendi toprağında boğaz tokluğuna çalışan işçi haline getirildi. Karşı koyan, direnen Türkler Rus rejimi tarafından zulüm ile sürgüne gönderildi ve onlardan bir daha haber alınamadı. Bu vahşet bütün Kırım Türklerinin başına geliyordu. Türk, dünyaya fazlaydı. Türk kendi yurdunda bile var olmamalıydı. Türk’ün toprağı elinden alınmalı, varlığı soykırıma uğratılmalıydı. Birbirine en uzak olanlar bile birleşir, uzlaşırdı. Yeter ki Türk olmasın. Yeter ki Türk diye bir soy, Türkçe diye bir dil kalmasın. Bu sefil düşüncenin kirli uzantılarını bugün “Türkiyeli” gibi soysuz kelimelerde görmek mümkündür.

Dağcı’nın pek çok aile üyesi sürgünlerde vefat etti. Ardından Rus zulmü yetmezmiş gibi bir de kıtlık ve açlık dönemi geldi. 1934 yılına kadar pek çok Kırım Türkü bu yoklukta can verdi. Dağcı 17 yaşına geldiğinde öğretmenleri onun edebi yeteneği olduğunu, kaleminin güçlü olduğunu anladı ve onu yazmaya teşvik etti. Gençlik Mecmuası adlı dergide şiirleri yayınlanmaya başladı. Şiirlerinde Kırım vardı. Öz yurdunun uyandırdığı duygular vardı. 1937 yılında Akmescit Pedagoji Enstitüsü’ne girdi. Kırım Türklerinin gittiği okullar için öğretmen yetiştiren bu Enstitüde Kırım tarihi ile ilgili kitapları aradı ancak bulduğu kitaplarda Bahçesaray için “Haydutlar yuvası” gibi ifadelerin olduğunu gördü. Soykırım zihinlerde yapılmaya çalışılıyordu. Türk kitaplarda işte böyle anlatılıyordu. Kırım Türklerine ilişkin olarak yapılan bu aşağılık çarpıtma Dağcı’nın mücadele ruhunu daha da biledi.

Korkunç yıllar

1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Dağcı’ya askerlik yolu görünür. Bu sırada Kırım Pedagoji Enstitüsü ikinci sınıf öğrencisidir. 1941 yılında Almanlara esir düşer. Esir kamplarında geçireceği “Korkunç Yıllar”başlamıştır. 1944 yılında Varşova’da bulunan Dağcı, ileride eşi olacak Regina Kleszko ile tanışır. Aynı yıl Berlin’e gelir ve burda Yaş Türkistan gazetesinde yazmaya başlar. Gazetenin hem editörüdür hem de buraya şiirler yazmaktadır. Bu arada romanlarındaki Sadık Turan karakterinde hayat bulan hatıralarını da yazmaya başlamıştır. 1945 yılında Regina ile Berlin’den Viyana’ya gelirler. Sonra Kırım Türkleri ile birlikte Viyana’dan ayrılırlar. 1945 yılında Amerikan askerleri onları Avusturya’daki Landeck mülteci kampına gönderir. Dağcı ve Regina bu kapmta evlenirler. 1946’da Doğu Avrupalı diğer mültecilerle birlikte İtalya’dan İngiltere’ye giderler. 1947 yılında Dağcı için Londra’daki hayatı başlamıştır. Artık esaret, sürgün bitmiştir. O bağımsız, hür bir insandır. Ama bir Türk için Yurdunu kaybetmek demek esaretin en katlanılmazı, en acısı, en sonsuzu demektir. Dağcı yurdunu kayberden adam olmanın açtığı yarayı romanlarında bütün çarpıcılığı ile anlatır, okurlarına da iliklerine kadar hissettirir.

Kırım’ın mutlu yıllarında birlikte gülüp oynadığı, insanlara ne olduğu, vatanına ne olduğu düşünceleri ile tüm yaşama sevincini kaybeden Dağcı çocukluk ve gençlik yıllarının coşkusu içinde yaşadığı, dilinin konuşulduğu,

“Seydosman saray saldırgan ay

Boydangan boyga

Sen nişanda coğ idin ay

Hoşkildin toyga

Kınalı parmak cez tırnakta altın oymak

Ah Senin tatlı tiline olur mu doymak”

gibi  türkülerinin söylendiği, vatanının hasretini tüm romanlarında dile getirir.

Dağcı’nın yaşamı, Türk’ün yaşamı ile koşuttur. Dağıtılma, asimile edilmeye çalışılma, sürülme, parçalanma, mücadele, ölümüne bağımsızlık arayışı, “Ya istiklal, ya ölüm” felsefesi, toprağını canından üstün görme, hür bile olsa yurdunda değilse tutsak hissetme. Bu nedenle Dağcı’nın romanları Türkün karakteristik yapısını, ruhunu fotoğraf gibi gözlerimizin önüne serer. Bu fotoğrafta yalnızca edebi bir güzellik, güçlü bir anlatım dili değil; o dil ile verilen dersler, tutmamızı istediği öğütler gözümüzden girip kalbimize ve kanımıza karışır. Örneğin “Onlar da İnsandı” romanında baba-oğul iki Rus, Kırım Türkü bir ailenin kapısını çalar. Çok sefil, çok perişan görünümleri vardır. Acınası bir halde Türk aileden merhamet isterler. Merhametli Türk, mağdur olduğunu düşündüğüne kapısını sonuna kadar açan Türk bu Ruslara da kapısını, evini açar. Çok varlıklı olmamalarına rağmen her şeylerini cömertçe bu yabancılarla paylaşırlar:

“Bekir bunların pek biçare, pek zavallı olduklarını bütün kalbiyle hissetmiş; ayağa kapanıp yalvarmak buralarda hiç de adet olmadığı için gözleri yaşarmıştı (…).

-Vah biçareler! Dedi. Ben zengin değilim ama varımı yoğumu veririm size! Vallahi veririm!”

Peki, bu iyiliğin, merhametin, evini, aşını paylaşmanın sonucunda ne oluyor? Evlerine sğınmış olan bu iki yabancı, Türk ailesinin kötülüğü için her şeyi yapıyorlar. “Saf Türk” diyerek arkalarından şeytanın aklına gelmeyecek düşmanlıklar ediyorlar. Evlerine, topraklarına yani Yurtlarına göz koyuyorlar. Evet. Türk saftır. Saflık Türk’ün karakteristik niteliğidir. Saflık, art niyet düşünmemek insan olmanın üstün ve güzel bir özelliği olmasına rağmen içte ve dışta bu kadar çok düşmanı olan bir millet için çoğu zaman tehlikeli ve yıkıcı bir nitelik olabilmektedir. Dağcı romanında bu mesajı, “Türk, saf olma. Yabancılara dikkat et. Dikkat etmezsen Türklüğünü, Yurdunu kaybedersin” mesajını bizzat yaşadıkları üzerinden en etkili şekilde bizlere ve bizden sonraki nesillere öğüt olarak veriyor. Öğüdü alabilmek için önce o öğüdü vereni tanımak, o öğüdü verenin yaşadıklarını, yani öz tarihini merak etmek ve okumak gerekir. Ne üzücüdür ki yeni nesillerde istisnalar hariç böyle bir merak görülmüyor. Dağcı’nın romanları ile ilgili şöyle bir nabız tutulduğunda “Okulda öğretmenlerimiz zorla okutmuştu, sonra unuttum” gibi üzücü ifadeler karşımıza çıkıyor. Bilmediğin öğüdü nasıl tutarsın? Okumadığın dersi nasıl alırsın da özüne, yurduna, diline, kimliğine sahip çıkarsın ki?

Erzurum Aziziye Savunması 147 yaşında! Erzurum Aziziye Savunması 147 yaşında!

Türkler mazlum duruma düşen, çaresiz kalan insanlara her zaman sahip çıkmış; yuva olmuştur. Şüphesiz bu sığınanlar içinde yararlı olan, vefa gösteren kişiler de olmuştur ancak ihanetler, yıkıcı zararı, yozlaştırıcı davranışlar da unutulmamalıdır.

Cengiz Dağcı eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazan, dış Türklerin sırf Türk olmak nedeniyle çektiklerini bizlere anlatan Türk dünyasının en değerli kalemlerinden biridir. O bir Kırım Türkü idi ancak satır aralarında verdiği mesajlardan anlıyoruz ki dünya üzerindeki bütün Türklerin birliğini içten içe istiyordu. “Önce bağımsızlık”, “Sonra bütünlük” diliyordu. Örneğin Korkunç Yıllar romanında Rusların Türkleri Kazak, Kırgız, Özbek vs. diyerek böldüğünü, oysa hepimizin Türk olduğunu ve bunu her Türkün kalbi ile bildiğini söyler. Ayrıca kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı romanlarındaki başkarakterin adı da Sadık Turan’dır. Bu ad rastgele seçilmiş olabilir mi? Turan. Türk’ün ebedi yurdu Turan. Bütün Türklerin bir olduğu Turan. Turan idealine sadık nesiller isteyen Dağcı’nın kahramanına verdiği addır Turan. Cengiz Dağcı romanlarında verdiği mesajlar ile kahramanına koyduğu ad ile kızılelmamız Turan’a sadakati her Türk gencinden bekler gibidir. “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” diyen Gökalp’in sesine kulak vermemizi ister gibidir.

Değerli yazarımız Cengiz Dağcı yaşasaydı bugün 105 yaşında olacaktı. Ölümsüz eserler bırakan kişiler doğarlar ve asla ölmezler. Dünya durdukça satırları ruhumuza işlemeye devam eder. Dağcı da sonsuza kadar yaşayacak ve nice nesilleri Türklük ateşiyle aydınlatmaya devam edecek.”

[1] Türk Edebiyatı, Mart 1997’den aktaran: İsa Kocakaplan, Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı, TEDEV Yayınları, s.26.

[2] Cengiz Dağcı, Onlar da İnsandı, Varlık Yayınları, 1958, s.53

[1] Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, 1959, s.20

Editör: Haber Merkezi