Belli zamanlarda gelişmeler karşısında yazmayı düşünmüş sonra kişisel algılanır diye yazmaktan vazgeçmiştim.

  Fakat Sn. Prof.Dr.Vedat BİLGİN’nin bakan olarak atanmasını duyunca yazmamın ve görüşlerimi paylaşmamın kişsellikten öte “ Ülkücü Hareket” açısından gerekli bir analiz olacağına ve fikri serencamımızda düşülmesi gereken bir şerh olduğuna karar verdim.

   1977 yılının Eylül ayında Alparslan Türkeş’in karar ve talimatı ile “Parti Eğitimcileri” adı altında yeni bir birimin kurulmasına karar verilmişti. Benimde içinde olduğum 29 kişi özel ve üç buçuk ay süren bugünün pandemi deyimi ile tam kapanma ile bir eğitime tabi tutulmuş idik. Eğitim veren baş öğretmenimiz Rahmetli Başbuğ idi. Bu özel programda konusunun uzmanı olarak eğitim veren hareketimizin önemli akademisyenleri de vardı. Yazımızın konusu eğitimciler ve verilen eğitimler ile görev ve sorumlulukları değil.

Bu birime farklı sebeplerle farklı yaklaşan bir başka çalışma gurubu aslında yazımızın konusu.

Erol Olçok’un Ölümündeki Sır Perdesi Ne? Erol Olçok’un Ölümündeki Sır Perdesi Ne?

  Biz eğitime katılan taşradan gelen arkadaşlar, genel merkezde oldukça sınırlı çerçevede konuşulan gerilim ve tavırlardan haberdar değildik. Eğitimin bittiği, genellikle akşam sohbetlerinde bazı konular fazla açık olmasada gelişen samimiyet dolayısı ile aramızda konuşulmaya başlanmıştı.

  Hepimiz gece gündüz ayrılmadan aynı bina içinde ders görüyor, yiyip içiyor ve geceleri aynı binada yatıyorduk.Kaldığımız yer gümrük bakanlığına ait mütevazi bir misafirhane idi. MHP 17 milletvekili ile Koalisyon ortağı olmuştu. Başbuğ Başbakan yardımcısıydı. Gümrük ve Tekel Bakanlığı dahil 5 bakanlık MHP’de idi ve bakanımız Rahmetli Şehidimiz Gün Sazak bey idi. Resmî olarak  Gümrük ve Tekel Bakanlığı Kontrolörleri  olarak görevlendirilmiştik. 

Yine böyle bir akşam şöyle bir sohbete tanıklık ettim.

Eğitim biriminin başında Namık Kemal Zeybek bey vardı.“Taha Akyol’un kendisinin eğitimcilere seminer vermesine izin verilmediği ve seminer verecek kişilerin arasında isminin olmadığı için hem üzüldüğünü ve hem de kırıldığını zannettiğini” söyledi. Ramiz Ongun bey sesiz kaldı. Sadece, “seminer konularının ve seminer vereceklerin bizzat Başbuğ tarafından belirlenip seçildiğini kendilerinin bir dahli olmadığını ve müdahalede yapamayacaklarını” söyledi.   

  Sonrasında Taha Beyin bazı az sayıda gençleri partideki odasında toplayarak alternatif seminer programı yaptığını duyduk. Bir rahatsızlık vardı fakat herhangi bir engelleme ve müdahale yapılmamıştı.

  İşte Taha Akyol beyin seminerlerine çağırdığı bu gençlerden birisi de Vedat Bilgindi.Diğer isimler; Mustafa Çalık, Mümtazer Türköne, Naci Bostancı ve Senail Özkandı.Hepsi iyi okuyan, zeki ve şahsi özellikleri ve kabiliyetleri olan sevilen ülkücü gençlerdi.Zaten Taha bey de kabiliyetleri ve bu özellikleri dolayısı ile bu küçük grubu oluşturmuştu. Seminerlerinin ağırlık konusu “ideolojik topluluklar, halk, millet ve sosyolojik gerçeklik açısından yaşanılan olayların analiz ve tartışmalarına yönelikti.

   Temel bakış açısı “Sosyoloji” ilminin usul ve esasları istikametinde içinde olduğumuz mücadelenin ve karşı güçler ile toplumsal sürecin milletimiz açısından nasıl bir istikamette gelişeceği konularında yoğunlaşmak idi. Daha çok teorik ve akademisyenlik çizgisine yakın bir seminer ve konu çalışmaları şeklinde Taha beyin bu arkadaşlarla birlikteliği devam etti.  

  Bu arkadaşlardan Senail Özkan 80 sonrası Almanya’ya Gothe Enstitüsünde mastır çalışması yapmak üzere yurt dışına çıktı ve orada kaldı. Türkiye’de ki siyasetin  dışında bir hayatı oldu. Mustafa Çalık ülküdaşımızda daha sonra bildiğiniz gibi “Türkiye Günlüğü” dergisini çıkararak Ülkücü Hareketin tarihinde örnek ve övülecek, hepimize gurur veren bir çalışmaya imza attı. 

   Benim dikkat çekmek istediğim husus, bu arkadaşların Taha beyin başlattığı bu çalışmalar sonucu sonraki yaşamlarında izledikleri yol ve konumlandıkları siyasi duruşun sebeb ve sonuçları üzerine düşüncelerimi paylaşmak.

   Taha bey sosyolojik inceleme ve değerlendirmelere o yıllardan başlamak üzere çok değer veren bir çizgide yürüyordu. Ve siyasi olayları, her toplum için evrensel değerler ortak paydasında inceleyerek bir matematiksel sonuca varmaya çalıyordu. Avrupa toplulukları başta olmak üzere Asya ve Ortadoğu halklarının benzer olay ve baskılar karşısında benzer tepkiler vermeleri üzerine sorgulayan ve araştıran bir pencereyi bu arkadaşlarımızında fikir dünyasında açmıştı.Okuma ve öğrenme hususunda zaten becerileri ve öncelikleri olan bu arkadaşlar kısa süre sonra farklı lügatları ve yaklaşımları  ile bazı önermeleri konuşmaya başladılar.   

  1980 öncesi, sahada günlük yoğun çatışma ve mücadele ortamında “ülkücü hareketi” yapılanlar üzerinden analiz etmek ve bazı pratikleri sorgulamak pek kabul edilebilir bir şey değildi. Kendilerini “sosyolojinin” pozitivist yaklaşımına daha yakın hissetmeye başlamışlardı. Daha önceleri benzer çatışma ve kavgaları yaşamış toplumların deneyimlerinin ve yaşadıklarının yazıldığı kitaplar başta olmak üzere ciddi sosyolojik temelli  kaynak kitapları sıkı bir disiplinle okudular.

  Din, toplum; milliyetçilik ve ırkçılık; laiklik ve sekülerizm; tarihi determinizm ve diyalektik konularında ciddi literatüre  ve birikime kısa zamanda sahip oldular.

  Bu sürecin sonunda kendilerini hareketimiz içinde farklı hissetmeğe başlamaları normaldi. Çünkü o günlerin ideolojik karşıtlığının ciddi çatışmaya ve kavgaya dönüştüğü yıllarda, taraflara farklı bir pencereden bakarak irdelemek ve sorgulamak ülkücü hareketin yaşadığı sahada ki pratiğin, sıcak çatışma hattındaki arkadaş çevresince anlaşılması ve kabul edilmesi oldukça zordu.

   Mustafa Çalık diğer üç arkadaşımızdan yani, Vedat, Mümtazer ve Naci’den farklı konumda kaldı ve de özgünlüğünü korumayı bildi. O teori ile pratiğin arasında ki pergelin ayaklarını fazla açmadı ve daha çok ülkücü teşkilatlarla iç içe görev yapan ve sahada kavganın içinde olan ülküdaşları ile aynı safta kalmayı tercih etti ve aynı çileleri birlikte çekti ve göğüsledi.  

  İttihat Terakki ve Enver paşa hassasiyeti ve ciddi Türk tarihi bilgis, “sosyolojinin” pozitivist penceresinin kendisini yönetmesine izin vermedi. Enver Paşa ve arkadaşlarının “fisebililah vatan severliğinin” kahramanlık ruhu, onun ülkücü hareket içinde her daim görev ve sorumluluk almasının ve hareketten hiç kopmamasının en temel sebeblerinden birisi olmuştu. Fakat diğer üç arkadaşımız edindikleri bilgi ve durdukları “sosyolojiperest” pencereden Ülkücü Hareketin mevcut pratiğini  ve onun lideri Alparslan Türkeş’in karar ve duruşunu seksen öncesi sessiz, seksen sonrası ise daha sesli ve açıktan sorgulayan ve de tenkit eden bir çizgiye savruldular.

  Ülkücü Harekete karşı münafıkça bir taktiğin tuzağını kuran başta siyasal islamcı ve ve güya Atatürk milliyetçisi iddasında ki çevrelerin bu tutumları ile dikkatini çektiler. 

  Bu çevrelerin münafıkça kurduğu tuzak şuydu.

   “Ülkücüler yiğit, kahraman ve vatansever gençlerdir.” “Biz her zaman ülkücüleri takdir eder ve severiz.” “Fakat Türkeş ve onun emri ile kurulan ve yönettiği teşkilatlar yanlışar yapmış ve ülkücü hareketin 1980 de duvara toslamasına sebeb olmuştur. Ve gençliği “sağ sol (!) çatışmasının içine sokmuş, ülkenin iç savaş ortamına sürüklenmesinde taraf olmuş, binlerce gencin istikbalinn yok olmasına ve ağır acılar çekmesine sebeb olmuştur.”

   Bu münafık tuzağın aslında hedefi belli idi. Ülkücü Hareketi Türkeş’e karşı bir fitne ile bölmek, kendi teşkilat ve siyaset alanlarına tek tek ülkücü bilinen isimlerin katılımını sağlamaktı. Böylece vatandaş ve halkımız nezdinde itibar ve kabul gören “ülkücü” kimliklerin kendilerini desteklediğini ve doğrulandığını göstererek “milliyetçi “ ve “vatansever” meşruiyetin referansı olarak kendi siyasi hareketlerine bu isimleri tek tek eklemlemekti. Kendileri teşkilatlı ve örgütlü fakat sevdikleri ve taktir ettikleri (!) ülkücüler ise bireysel ve örgütsüz kalmalıydı.

   Türkeş’ten ne kadar uzaklaşır ve mesafeli olursanız ve bu konumunuzu özellikle yazılı olarak görüş ve düşüncelerinizi paylaşırken açık ve net olarak ne kadar çok ifade ederseniz sizi o kadar önemser ve değerlendiririz. Mahallenizden çıkın, dost ve arkadaşlarınızla irtibatınız devam etsin, fakat bizim mahalleye yüzünüzü dönerek milletimiz nezdinde bizlerin “milliyetçilik”  noktasında ki referansımız olun. 

   İşte Taha beyin belkide iyi niyetle seksen öncesi bir kırgınlık sebebi ile  başlattığı bu özel seminerlere katılan bu üç isim, yani Mümtazer, Naci ve Vedat sonraki yıllarda yüzlerini döndükleri “siyasi islamın” mahallesinde  ödül olarak tek tek mevki ve makam sahibi oldular. Onlara göre “sosyolojik” gerçeklik şu idi ki toplumsal evrilmenin bütüncül gerçekliğinde hareket etmek ve kendilerinden istifade yoluyla nandıkları değerler istikametinde iktidar gücüne dahil olmak, millete faydalı olmanın gereği idi.  

  İdeolojik teşkilat prangaları kırılmalı, bireysel özgürlüğün önü açılmalı kabiliyet ve liyakat sahibi olduklarının farkına varılmalı idi.

   Aslında karşı mahalle, onarın kabiliyet ve liyakatından önce “ülkücü teşkilatlarda” önemli görev ve konum sebebi ile kazandıkları “ülkücü kimliklerinin” gücünün peşinde idiler. Yoksa onlarda kendi siyasal ikliminde yetişmiş ciddi güvenilir liyakat ve bilgi sahibi adam eksikliği yoktu.1980 sonrası kurulan her siyasi parti ve siyasal islamcı örgüt bu “münafık” kurnazlığın tuzağını bir çok arkadaşımıza kurmuşlar ve de netice almışlardır. Özal’dan, Erdoğan’a ve FETÖ’den, Hizbullah’a ve İŞİDE kadar.

    Sn. Vedat Bilgin'in bakan olarak atanması ile hatıraların hücum ettiği zihnimin düşündürdükleri bunlar...

   Sn. Vedat Bilgin'in “ülkücülük referansı”  ile bireysel çıktığı ve kendi taktik  ve doğruları ile karşı mahallenin takdir ve ödüllendirmesi ile  sağladığı makamının kendisine ve milletimize hayırlı olmasını dilerim.

  Bizimkisi “ülkücü pencereden” eskimeyen dostlara bir yürek sızısı bu gök gubbede kalacak küçük bir nazire !..

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Bunun için ölüme bir atılış gerekir.

Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir...

ATSIZ

Editör: Haber Merkezi