Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan, sermayenin küresel hakimiyet teorisine dayanankapitalizm, kendisine Batının maddeci medeniyet ve ideolojisini, Jeopolitiğini, jeopolitiğin alt dalları olan Jeostrateji, jeokültür, jeoekonomisini değer ve hedefler olarak kabul etmiş, dünyaya da evrensel değer ve hedefler olarak, kabul ettirmek istemektedir. Ülkeler, Batı siyaset ve kültürüne göre oluşan jeopolitiğe uygun olarak MERKEZ, ÇEVRE ve YARI ÇEVRE ülkeler olarak kategorize edilmiştir.
Merkez ülkeler,Tarih, kültür, medeniyet ve inanç dahil Batı normlarının içinde olan; üretim ve sermayenin (finans), bilgi ve teknolojinin yoğunlaştığı,hegamon ülkelerdir.
Çevre ülkeler, hegemon merkez ülkelerin ihtiyacı olan ucuz emek, ham madde ve yarı mamul maddelerin elde edildiği, siyaseti ve ekonomisi finansal operasyonlarla kontor altına alınmış;bilgi, teknoloji, sanayi ve finans yeterliliği olmayan ülkelerdir.
Yarı çevre ülkeler çevre ülkelere göre merkez, merkez ülkelere göre çevre durumunda olan; merkez ülkelere ucuz hizmet ve mal üreten, çevre ülkelerden mal alan, mal satan, finansal ve teknolojik yeterliliğe sahip olmayan siyaset ve finansı kontrol altındaki ülkelerdir.
Daha anlaşılır bir cümleyle özetlemek gerekirse; merkez ülkeler sömüren emperyalist ülkelerdir, çevre ülkelerse sömürülen ülkeler.
Yeni dünya düzeni denen makro emperyalist sistemin aksamadan devam edebilmesi için ülkelerin kendilerine belirlenen statüyü bozacak davranışlarda bulumaması gerekmektedir. Düzenin devamlılığını sağlamak için evrensel değerler olarak öne çıkartılan Batı kültür ve medeniyet normlarınınçevre, yarı çevre ülkelere kabul ettirilmek istendiğini, araç olaraktaIMF, AB, Dünya bankası, Dünya finans sistemi gibikurum ve finansal argümanlarınetkin bir şekilde kullanıldığı görülmekte.
Kapitalizmin emperyalist boyutunu ifade eden bu istek, aynı zamanda çevre, yarı çevre ülkelerde haklı olarak ortaya çıkan anti emperyalist düşüncelerin arka planını oluşturduğu da bir gerçektir.
Dünya, değişik bir çok soya, birçok kültüre mensup milletlerden, iç içe girmiş insan topluluklarından oluşmakta. Tarih, bize bu milleltlerin, insan topluluklarının mücadelesini anlatır. Bu mücadelede milletlerin, toplumların tasada sevinçte bir araya gelmesini, güç olmasını sağlayan; dil, tarih, coğrafya, kültür, inanç gibi değerlerin yanında milli veya toplumsal ekonomi hayati önemde yer tutar. Ekonomi, milletler mücadelesinin temel belirleyicilerden biridir. Milletlerin hürriyetlerini muhafaza ederek yaşaması, kültürlerini geliştirmesi, ilimde fende yükselmeleri ekonomik güçleri ile orantılıdır. Büyük, küçük insan topluluklarının ortak bir güce sahip olabilmeleri için milletin, toplumun çıkarı her zaman bireyin çıkarının önünde görülmüştür.
Fakat, insanı (bireyi) ekonominin üreten ve tüketen parçaları olarak gören kapitalist sistem, bireyin millet gerçeğinin bir parçası olduğunu gözardı eder. Dolaysıyla toplumun kalkınmasını bireyin kalkınmasına bağlar. Oysa birey, doğası gereği egoistdir, menfaatçidir. Menfaatçi bireyin kendi çıkarını toplum çıkarının önünde tutması da doğasına uygundur. Bu durumda milletin çıkarı ile bireyin çıkarı sürekli bir çatışma halindedir.
Bu çatışma, gelir dağılımında ve tüketimde de görülür. Kapitalist sistemde mal ve hizmetlerin üreiminden elde edilen gelir, üretimin tarafları olan sermaye ve emek arasında ücret, kâr ve faiaz olarak paylaşılır. Sermaye, kârı ve sabit sermayesne karşılık faiz elde ederken emek, ücretle yetinmek durumunda kalır. Refah seviyesi fiyatları etkileyen enflasyon, develüasyon; üretimde yaşanan arz-talep dengesizliklerinin ve/veyafinansal operasyonların ortaya çıkarttığı problemlerle sürekliemek aleyhine gelişir. Sermeyenin refah sevyesi yükseliş,çalışan kesimin refah seviyesi düşüş eyilimindedir.
Refah düzeyinde ortaya çıkan orantısızlık tüketimde, sosyal, kültürel ve eğitim alanında da orantısızlığa yol açar. Refah seviyesi yükselen sermaye tüketimden, sosyal, kültürel, eğitim alanlardan azami sevyede yararlanırken, refah sevyesi düşüş eğiliminde olan çalışanlar, tüketimden, sosyal, kültürel, eğitim alanlardanasgari sınırlarda yararlanır.
Devletler, bütün toplum kesimlerinden toplanan vergileri kalkınmayı teşvik maksadıyla kullanır. Genelde bölgesel ve sektörel alanlarda uygulanan teşviklerden kapitalizmin liberalist anlayışı gereği kanun önünde eşit olan herkes yararlanma hakkına sahiptir, fakat gerçek bu değildir. Gerçek olan; sınırlı sayıda sermaye sahibinin bu teşviklerden yararlanarak imkanlarını daha da genişletmesidir.
Aparılan teşvikler çoğunlukla da yerinde kullanılmadığı için, ülkelerde bölgeler veya sektörler arasında ekonomik dengesizlikler büyür, bağlı olarakbölgesel sosyal problemleri de büyütür.Takibi yapılmış olsa bile teşvikler, çalışan kesimden elde edilen vergilerin haksız ve adaletsiz biçimde dağıtılmasıdır.
Toplum içinde sınırlı sayıda sermayedarın çıkarını önceleyen kapitalist sistem, çatışmacı olduğu kadar, gelir dağilımında da adaletsizdir. Toplum çıkarının söz konusu olmadığı, kapitalist bireyin çıkarının esas alındığı bir sistemde toplumsal kalkınmadan bahsetmek zordur. Ancak ekonominin kriz zamanlarında veya teşviklerden yararlanmak söz konusu olduğunda bu çevrelerin “milli çıkar” “Bölgesel kalkınma” “kalkınma için istihdam yaratma” edebiyatı yaptıkları görülür.
Hatırlanırsa 21 Şubat 2001 krizinde kriz gecesi MB den 4 milyar dolar destek aldığı basına yansıyanbir sermayedarın, kulakları yırtan ördek vak vakını andıran22 Şubat sabahı kameralar karşısında “vahhh vahhh vahhhh Türkiyem soyulmuş” şeklinde yakınması, gerçeksoygunların “Soyulan Türkiyem” nidalarıyla nasıl perdelendiğinin ibretlik, utanç verici örneklerden biridir.
Kapitalizmin bugün dünyayı getirdiği noktada en gelişmişinden en gelişmemişine kadar, borçlu olmayan ülke nerdeyse yok gbidir. Borcu en yüksek olan ülkelerse en gelişmiş ülkeler. Bir ülkenin borcu o ülkenin insanlarının borcudur.Sayıları binlerle ifade edilecek insanın dışında 8 milyara yaklaşan dünya nüfusunun geriye kalanı borçlu durumda. Bu borcun temelinde dünya finans sistemi ve bu sistemi yönlendiren küresel sermaye patronajı var, alacaklı da onlar.
Dijital teknolojinin iletişim araçlarında yarattığı olağanüstü gelişme ile bankacılık ve finans sisteminin dominant enstrümanı paranın, likit olmaktan çıktığı, gaz haline dönüştüğü bir evre yaşanmakta. Paranın dünyanın bir ucundan bir ucuna saniyeler içinde uçması, bir tuşa basılamsı kadar kolay. Finasal sistemi yönetenlerin elinde olan bu imkan, hedef ülkelerinekonomilerin ekonomilerinde 7- 8 şiddetinde deprem kadar yıkıcı tehditler barındırmakta. Bunu elan yaşayan ülkelerin başında olan ülkelerden birisi de Türkiyedir. Para hareketleri ile konvertibil paralar sürekli aşındırılmakta, ülkelerin ekonomileri çökertilebilmekte.
Bu mekanizmayı yönlendirenler aynı zamandafinans gücüyle demokrasiyi kullanarakülkelerin genel siyasetini yönlendirmede, iç siyasetlerininyapısını dizayn etmede de bir o kadar etkin durumdalar. Vadettikleri veya dayattıkları demokrasi, yerine göre kırmızı elma şekerine, yerine göre kullanışlı olanı iktidara taşıma mekaniğine dönüştürülmüş durumda. Demokrasinin halk iradesine dayandığı söylemi onlar için bir varsayımdan ibarettir.
İstediklerini iktidara taşımayı başardıkları yerde her şey süt liman, halk kahramaman,demokrasi haşa tanrı buyruğu kutsallığındadır. Nadiren halkı kandırmayıbaşaramadıkları yerde halk bidon kafalı yandaş olur. Fonladıkları özgürlük ve adalet havarileri; gazetecisi, yazarı gazetelerinde, aydını, siyasetçisi siyasi arenada günün yirmidört saati demokrasi, adalet özgürlük nutukları irad ederler.Halka rağmen halkçı, millete rağmen milliyetçidirler; iplerini tutuanlar adınaisteneni yapmayadevam ederler. Taa ki,sahipleri istediklerini alıncaya kadar.
Bütün bu ahlaksızlığın arkasında Batının maddeci medeniyat ve ideolojisini evrensel değerler olarak dünyaya kabul ettirmek isteyen kapitalizmin hakimiyet teorisi vardır. Rengi, düşüncesi, dünya görüşü, inanışı ne olursa olsun, öne çıkartılmış lejyonların görevi bu gerçeği halktan gizlemekten ibarettir.